ekarakoc
Üye
 
Mesajlar: 392
Katılım: Aug 2012
|
“Tutkularınızın peşisıra gidin, bu sizi gitmek istediğiniz yere götürür”
Evelyn Glennie
Sese Dokunmak: Dame Evelyn Glennie
Sunan Betül Belma - Kas 1, 2009 - Karma, Müzik, Sanatsal Müzik
“Tutkularınızın peşisıra gidin, bu sizi gitmek istediğiniz yere götürür”
“İyi bir müzisyen olmak istiyordum ve daha başından beri diğer insanların düşüncelerinin beni engellemesine izin vermemeye kararlıydım. Kuzeydoğu İskoçya’da bir çiftlikte büyüdüm ve 8 yaşında piyano dersleri almaya başladım. Yaşım ilerledikçe müziğe tutkum da büyüdü. Ancak günden güne işitme duyum da zayıflıyordu. Doktorlar sinirlerde tedavisi mümkün olmayan tahribat meydana geldiğini söylediler ve 12 yaşına gelmeden tamamen sağır oldum ama müzik sevgimi asla yitirmedim. O zamanlar hiç örneği bulunmamasına rağmen vurmalı çalgılar solisti olmak istiyordun. Çalabilmek için diğerlerinden farklı şekilde işitmeyi öğrendim. Çalgıyı bacaklarımın arasına koyarak çalıyordum ve vuruşların bacaklarımda yaydığı titreşimi değerlendiriyordum. Hayal gücümü kullanıyordum. Sahip olduğum bütün hisleri değerlendirerek kendime has bir ses dünyası oluşturmuştum. “Sağır müzisyen” olarak değil bir müzisyen olarak kendimi göstermek istiyordum. Bu yüzden Londra’da ki ünlü Kraliyet Müzik Akademisine müracaat ettim. Daha önceleri hiç sağır öğrencileri olmamıştı. Bazı öğretmenler akademiye girmeme karşı çıktı ancak performansımı görünce okul beni kabul etti. Akademinin en iyi derecesiyle mezun oldum. Sonrasında kendimi solo çalan ilk profesyonel vurmalı çalgıcı olarak kabul ettirdim. Vurmalı çalgılar için solo çalınmaya yönelik parçalar az yapıldığından bir çok parça besteledim. 10 yılı aşkın bir süredir solo çalıyorum.”
Evelyn müzik tarihinde bir solo perküsyoncu olarak kariyerini başarıyla yaratan ve tamzamanlı devam ettiren ilk kişidir. Günümüzün en seçmeci ve yenilikçi müzisyenleri gibi o da perküsyon konusunda hedeflerini ve beklentilerini sıklıkla yeniden tanımlamaktadır.
Süper tekniği, görselliği anlamadaki derinlik ve olağanüstü müzikalitesini birleştirerek, Evelyn neredeyse yeni bir performans tipi oluşturacak bir canlılıkla konserler vermektedir.
Yaptığı dünya çapında yılda yüzden fazla konserde, en büyük orkestra şefleriyle, orkestralarla ve sanatçılarla çalışmaktadır.
Kariyerinin ilk on yılında yaptığı her konser bir şekilde ilk idi; ilk defa bir orkestra bir solo perküsyoncuya eşlik ediyordu, konser salonlarında yada festivallerde ilk kez bir solo percüsyoncu görülüyordu yada yeni bir eserin dünya premiere i oluyordu.
İşbirlikçiliğindeki çeşitliliğiyle performanslarında Nana Vasconcelos, Kodo; Bela Fleck, Bjork, Bobby McFerrin, Emmanuel Ax, Sting, Kings Sister, Mormon Tabernacle Korosu ve Fred Frith gibi sanatçılarla birlikte oldu.
Dünyanın en seçkin bestecilerine solo perküsyon için 160 yeni eser sipariş etti, ayrıca film ve televizyon için beste ve kayıtlar yaptı. Yüksek kalitede bir drama için hazırladığı çok orijinal müzik İngiltere’ nin Oscar’ı olan İngiliz Akademisi Film ve Televizyon Sanatları Ödülü’ ne layık bulundu.
Şimdiye kadar yaptığı 25 solo kayıdın dışında, Evelyn’in ilk CD çalışması olan Bartok’un iki Piyano ve Perküsyon için Sonat’ının kayıdı ona 1988’ de Grammy kazandırdı. Bunu daha sonra 2002’de Bela Fleck’ le ortaklaşa aldığı iki Grammy ödülü daha takip etti. Onikinci solo CD si olan‘Shadow Behind the Iron Sun’, radikal doğaçlama konsepti üzerine kuruluydu ve yine insanların beklentilerini sorguladı.
Evelyn Glannie kendini yaratıcılığın diğer dallarında da gösterdi. En iyi satışı yapan otobiyografisi ‘Good Vibrations’ dan, film yönetmeni Thomas Riedelsheimer ile olan işbirliğiyle yaptığı ‘Touch the Sound’ adlı filme, BBC için hazırladığı kendine ait olan ‘Soundbites’ isimli iki seri televizyon programına, David Letterman Show (Amerika), Susam Sokağı (Amerika), The South Bank Show ( İngiltere) gibi programlardaki devamlı görünümlerine kadar, ‘Songs on Praise’, ‘Commonwealth Games Festival Concert’, ‘This is Your Life’ (İngiltere), ’60 miutes’, PBS Profile (Amerika) ve daha bir çok programda yer aldı ve performans sergiledi.
Evelyn’ in aktiviteleri ayrıca politik konularda İngiliz hükümeti adına lobi faaliyetleri de içerir. Sir James Galway, Jullian Lloyd Webber ve daha sonra Michael Kamen ile yaptığı konsorsium ile İngiliz hükümetini müzik eğitimine 332 milyon sterlin ayırmaya teşvik etti.
Evelyn Glennie’ nin başka bir yönü de mücevher tasarımcılığıdır. Bir solo perküsyonist olarak izlenimleri üzerine tasarımlar yapar. Evelyn aynı zamanda pekçok farklı kurumsal topluluk ve harekette uluslararsı bir motivasyonel konuşmacıdır. Ayrıca Evelyn Great Highland Bagpipes Orkestralarında da performans gösterir.
Müzik sektöründe geçirdiği 20 yıldan sonra öğretme sanatını ve iletişim aracı olarak dünya soundunu keşfetmesini sağlayan özel dersler vermeye başlamıştır.
1993 yılında Evelyn OBE (Officer of the British Empire) ile ödüllendirilmiştir. Bu görev 2007 yılında müzik adına yaptığı hizmetlerden dolayı ‘Dame Commander’ olarak genişletilmiştir ve bu tarihe kadar yaklaşık 80 uluslararası ödül almıştır. Sanatçı dinleyici kitlesi ile ilgili deneyimlerini geliştirmek ve kendi canlı performanslarının formatını yenilemek adına yepyeni fikirlerle doludur.
Aşağıda Evelyn Glennie’ nin İşitme ve Sakatlık konularında yaptığı iki ilgi çekici konuşmasının metni bulunmaktadır.
İŞİTME
Müzik yaşamı temsil eder. Belirli bir müzik parçası insan deneyiminin ya da hayal gücünün hemen her alanından gerçek, kurgusal yada soyut bir sahneyi ifade edebilir. Bestecinin betimlemeye çalıştığı olayı dinleyiciye aktaracak bir resim çizmek müzisyenin işidir. Dinleyicinin müzik dili yoluyla söylemem gereken ile uyarılmasını, böylelikle konser salonundan iyi vakit geçirmiş olma duygusuyla ayrılmasını umarım. Eğer dinleyici yanlızca sağır bir müzisyenin nasıl perküsyon çalabildiğiyle ilgilenme noktasındaysa bir müzisyen olarak başarızım demektir. Bu yüzden ofisim tarafından konseri destekleyenlere ya da basına verilen bilgilerde sağırlığımdan bahsedilmez. Ne yazık ki sağır oluşum iyi bir başlık konusu. Küçüklüğümden itbaren şunu öğrendim ki eğer bu konuda konuşmayı reddedersem medya bu defa uydurma şeyler yazıyor. Her yıl hakkımda yazılan yüzlerce araştırma ve makaleden yanlızca bir avuc kadarı işitme bozukluğumu doğru bir şekilde anlatıyor. Bunların oldukça yanlış olan % 90 ına göre benim müzisyen olmam mümkün değil gibi görünüyor. Bu makale bilgileri doğru bir şekilde tutmak ve insanları ucube ya da doğanın mucizesi değil de gelişmekte olan bir müzisyen ile iyi zaman geçirme deneyimini yaşamalarına olanak tanımak için hazırlandı.
Sağırlık genelde olumsuz olarak algılanır. Örneğin yaygın bir yanlış kanıya göre sağır insanlar bir sessizlik dünyasında yaşarlar. Sağırlığın doğasını anlayabilmek için ilk önce işitmenin doğasını anlamak gerekir.
İşitme temelde özel bir dokunma şeklidir. Ses basitçe, kulak tarafından toplanan ve elektrik sinyallerine dönüştükten sonra beyin tarafından yorumlanan titreşen havadır. İşitme duyusu bunu yapabilen tek duyu değildir, dokunma duyusu da bunu sağlayabilir. Eğer yolun kenarında duruyorsaız ve büyük bir kamyon geçiyorsa, titreşimi işitir misiniz, hisseder misiniz? Cevap, her ikisi de. Çok düşük frekanslı titreşimde kulak yetersiz kalmaya başlar ve vücudun geri kalan bölgelerinin dokunma duyusu devreye girer. Bir nedenle, gerçekte aynı şey olmalarına rağmen, sesi işitme ile titreşimi hissetmeyi birbirinden ayırırırız. İlginçtir ki İtalyan dilinde bu ayırım bulunmaz. ‘sentire’ kelimesi işitmek demektir ve aynı kelimenin refleksif biçimi hissetmek anlamına gelen ‘sentirsi’dir. Sağırlık işitememek değildir, yanlızca kulaklarda bir sorun var demektir. Tamamen sağır olan biri bile sesleri işitebilir/ hissedebilir.
Eğer düşük frekanslı titreşimleri hissedebiliyorsak neden yüksek titreşimli frekansları da hissetmeyelim? İnancım odur ki bunu yapabiliriz, sadece frekans yükselmeye başladıkça kulak daha yeterli hale gelir, daha incelikli olan titreşimleri hissetme duyumuzu bastırır. Gençliğimde- okuldaki perküsyon hocam Ron Forbes’ un yardımıyla- zamanımın çoğunu titreşimleri algılama yeteneğimi geliştirmeye ayırdım. Ron timpani çalarken – timpani çok titreşim üretir- ellerim odanın duvarlarına dayalı dururdum. Sonunda yüksek perdeli sesleri bedenimin hangi bölgesi ile ilişkilendirip algıladığımın ayırdına vararak sesi, işitmemi kaybetmeden önceki perfect pitch duyusuyla hissettim. Pes sesleri genel olarak ayak ve bacaklarımda, tiz sesleri yüz, boyun ve çenemdeki belli bölgelerde hissediyordum.
Bu aşama benim tamamen değil de derinlikli bir sağırlığım olduğuna işaret ediyordu. Derin sağırlıkta, işitilen sesin kalitesinin, söylenen kelimenin sesden bağımsız olarak anlaşılabilmesine yeterli olmamasına rağmen, semptomların pek çoğu vardır. Dudak okumadan anlayamasam da başka bir ses araya girmeksizin birinin konuşmasını duyabilirim. Benim durumum normal işitmeyle kıyaslandığında volüm azdır ve en önemlisi sesin kalitesi çok düşüktür. Örneğin telefon çaldığında ben bir çeşit çıtırtı duyarım. Ancak bu telefonla ilişkilendirdiğim belirgin bir özelliği olan çıtırtıdır, böylelikle telefonun çaldığını bilirim. Temelde normal işitmede de bu böyledir, telefonun kendiyle ilişkilendirilen bir çalış biçimi vardır ve bu ayırdedilir. Doğrusu telefonla haberleşebiliyorum. Telefonun ucundaki kişi -benim tıkırtı olarak algıladığım- kalemin ucuyla transmitere vurur. Bu vuruşların sayısı ya da ritmiyle işikilendirdiğim bir kodlama sistemim var, böylece söylenen kelimeyi anlayabiliyor ve cevap verebiliyorum.
Şimdiye kadar sesleri işitme ve titreşimleri algılama üzerinde durduk. Denklemin başka bir elmanı da görmedir. Nesneleri hareket eder ve titreşirken görebiliriz. Titreşen bir davul derisi ya da simbal gördüğümde ve hatta rüzgarda hareket eden eden ağaç dalları gördüğümde beynim bilinçsizce buna uyan bir ses yaratıyor. “ Ne yaptığımı işitemezken nasıl müzisyen olduğum” röportaj yapanlardan gelen sıradan ve hastalıklı bir sorudur. Süphesiz ki cevabım: “eğer işitemeseydim müzisyen olamazdım” oluyor. Bir başka soru da çaldığımı nasıl işittiğimdir. “Başkaları nasıl duyuyorsa öyle” mantıklı cevaptır. Elektrik sinyalleri kulakta üretilir ve diğer duyularımızdan gelen bilgi parçacıklarıyla birlikte beyine gönderilir ve bir ses resmi yaratmak üzere data işleme tabi tutulur. Sesin işitilebilmesi çok çeşitli ve komplike bir işlemdir ama biz bunu bilinçsizce yaparız. Bu işleme kısaca dinleme diyoruz. Aynı şey benim için de geçerli. İşlemin bir kısmı yada orjinal enformasyon belki farklı olabilir, fakat bir sesi işitmek için tek yaptığım şey, dinlemek.
Dikkat ederseniz cevaplar giderek felsefe alanına girmeye başladı. Normal duyuşa sahip iki insanın da aynı şeyi işittiğini kim söyleyebilir? Herkesin işittiğinin farklı olduğunu ima ediyorum. Söyleyebildiğimiz tek şey beyinlerimiz tarafından oluşturulan ses resimlerinin aynı oluşudur, yani görünüşte hiçbir farklılık yok. Bana göre, tıpkı hepimize göre olduğu gibi, ben belli şeylerde işitme olarak diğerlerinden daha iyiyim. Konuşmayı anlamak için dudak okumaya ihtiyacım var ama bir konser mekanının akustiği konusundaki farkındalığım mükemmeldir. Örneğin bazan akustiği havanın yoğunluğuna bağlı olarak tarif edebilirim.
Özetlemek gerekirse, işitmem benden daha fazla başka insanlara sıkıntı oluyor. Bir kaç sıkıntı haricinde bu benim hayatımı çok da etkileyen birşey değil. Benim için sağırlığım kadın oluşum yada gözlerimin kahverengi oluşundan daha önemli değil. Tabii ki bazan işitmemle bağlantılı olarak sorunlara çözümler bulmak zorundayım tıpkı başka müzisyenlerde olduğu gibi. Her ne kadar her an işitiyor olsak da çoğumuz işitme hakkında çok az şey biliyoruz. Ayrıca ben de sağırlık hakkında çok şey bilmiyorum ve dahası özellikle de ilgilenmiyorum. Hatırlıyorum, bir keresinde sürekli sağırlığım hakkında sorular soran bir gazeteci sinirlerimi bozmuştu. Sonunda “eğer sağırlık hakkında birşeyler öğrenmek istiyorsan bir odiologla konuşmalısın, benim ihtisasım müzik üzerine” demiştim.
Burada anlatılması bana göre çok zor olan birşeyi anlatmaya çalıştım. Yine de kimse ne yaptığımı, nasıl yaptığımın gerçekten anlayamaz. Lütfen müziğin tadını çıkarın ve gerisini boşverin.
SAKATLIK
Bu gezegen üzerindeki büyük bir tür çoğunluğa göre, hayatta kalmak için, deneyimledikleri her şey dört grupta katerigorize edilmek zorundadır. Karşılaştıkları şey ne olursa olsun ya bir besin kaynağı, bir tehdit, bir üretim ya da faydasız anlamına gelir.Türlerin çoğu kendi çevresel koşullarında bu çok basit hayat görüşü ile yaşarlar, fakat bana öyle geliyor ki evrim de neredeyse dahil olmak üzere, bu basitçe bir fiziksel güç savaşıdır. Avcılar avlarından daha güçlü bir hale gelmiştir, fiziksel güç ve duyusal algıda aşırı evrimleşmişlerdir. Bu arada av, yağmalamaya izin veren olarak, son derece karmaşık ve uzmanlık gerektireninden en basiti olan ‘çok sayıda üreme’ çözümüne kadar pek çok çeşitte savunma mekanizmaları geliştirmiştir. Bununla birlikte bir avuç tür de , buna Homo Sapiens de dahil, esasen fiziksel güç yarışından vazgeçerek makul bir dizi fiziksel adaptasyon geliştirmesine rağmen, kendi anlayış açısı ve dünya görüşü doğrultusunda hayatta kalma çözümleri aramaktadır. Bir bilgisayar benzetmesi olarak, bir grup türün evrimsel donanım (hardware) yarışından vazgeçerek yerine yazılım (software) gelişimi üzerine yoğunlaştığı söylenebilir. İnsanoğlunun software çözümlerinin büyük bir kısmı daima diğer türlerin çoğu tarafından kullanılan temel dört kategoriden gelişen iç içe ve alt kategorilerimizin çerçevelerinin değişmesi ve genişlemesidir. Bu çözümün tartışmasız istenmeyen ve kaçınılmaz sonucu benlik ve ihtiyaç duygusudur ve bu nedenle bir anlamda anlayış çerçevemizin içine herşeyle birlikte kendini yerleştirmek gerekir.
Gerçekten çoğu Homo Sapiens bireyinin hayatta kalışı bu çerçevelerin varlığına dayanmaz pek, ancak kategorileri ve uydurma etiketleri anlayışımıza dayanır. Örneğin İngiltere’nin belli bir kısmında Katolik ve Protestan kategorilerinin kavranışı birilerinin yaşamsal umutlarını belirgin bir şekilde etkileyebilir. Ne yazık ki bu çerçeve anlayışı yeni kategorilerin ve ara kategorilerin sürekli eklenmesi ve varolanların tanım ve etiketlerinin değişmesi ile sürekli bir evrim durumunda. Her ne kadar son derece nadir görünse de, kazara, bu kategoriler tamamen iskarta edilir.Eğer insan evriminin bu görüşünü kabul ederseniz, “engelli” kategorisini ortadan kaldırmaya çalışmak örneğin, tamamıyla nafiledir. Aslında ortadan kaldırmak için çalışması, Homo Sapiens türünün tartışılabilir belirleyici özelliğidir. Kazanılabilen, bir kategorinin gelişimi ve hatta sonunda gereksiz hale getirilmesi olasılığıdır. Örneğin “Centurion” kategorisi (eski Roma’da yüzbaşı,ç.n.) hala vardır, ama bunu uygulayan birini bilmiyorum. Benimle ilişkilendirilen bir kategori de “engellilik” kategorisinin bir ara kategorisi olan “sağırlık” tır. Evrimin büyük bir çoğunluğu “sağır” kategorisiyle çoktan yeralmıştır. Kabul edilmiş ve genel uzlaşma yoluyla benimsenmiş her kategorinin belli bir tanımı vardır. “Sağırlık” kategorisi “ sağır ve dilsiz” olarak adlandırılırdı ve genel uzlaşma yoluyla benimsenmiş tanımına göre sağır olan insanlar konuşulan kelimeyi ya da tebliğ edilen bilgiyi anlayamaz ve bu yüzden işitemez, aptal ve konuşamazdılar. Son yüzyılda giderek artan sayıdaki sağır insan iletişim kurabildiğini ve sağırlığın zeka ile ilgili bir gösterge olmadığını ispatladı. “Sağır” kategorisinin tanımı genel uzlaşma yoluyla, hiçbirşey işitemeyen kişi olarak gelişim gösterdi. Tanım değişince etiket de sadece “sağır” olarak değişti. Geçen yüzyılın sonunda genel kanı “sağır” teriminin net olmadığını anlayınca tanım yeniden değişti. Sağırların çok azı tam bir sessizlik dünyasında yaşıyordu. Tanımdaki bu gelişimin göstergesi olarak “ sağır” etiketi giderek “işitme engelli” etiketiyle yer değiştirmeye başladı. Gerçekten de çoğu insanın beni yerleştirecek bir kategori tanımı ile karşılaşmadığım için bugün buraya konuşmak üzere davet edildim. Sağır kategorisinin tanımı, yani sesi işitemeyen, ve ses demek olan Müzik kategorisi birbirini dışlar. Mesleğimde, Beethoven ve diğer pek çokları gibi, imkansızım. Üç mümkün açıklama olabilir: Ben bir müzisyen değilim, sağır değilim, ya da “sağırlık” yada “müzik” kategorilerinin genel anlayışı yanlış olmak zorunda. “Sağır” kategorisine ek olarak “engelli” kategorisini de sorguluyorum. Engelli olmanın tanımına göre ben birşeyi yapmaya muktedir değilim. Ancak birkaç küçük sıkıntı dışında mesleğimde ya da özel yaşamımda birşeyi elde etme konusunda bir engelim yok. O zaman “engelli” ya da “sağır” terimleri benim için nasıl geçerli olabilir? Kısaca, geçerli olamaz, “işitme engelli” etiketi bile uygun değil zira benim duyuşum bazı açılardan engelli olmayanlardan bile daha üstün. Basitçe pek çok insandan daha farklı bir yolla duyuyorum. Bu kategoriler başka kişilere uygulanabilir, ancak ben ve benim gibi olanlar için geçerli değildirler.
“Normal işiten” kişiler varlıklarını işitme yoluyla belirlemezler. Aslında, genel olarak, bunun hakkında çok nadir düşünürler bile. Karşılaştığım yüksek başarılı “işitme engelli” kimseler arasındaki ortak eğilim, duyuşlarını işitme engeli olmayanlarınkine çok benzer bir şekilde işledikleridir. Seslerini eğitmek, dudak okumayı öğrenmek için çok çalışmak zorundadırlar fakat bir süre sonra bu onların ikinci bir doğası haline gelir ve basitçe unuturlar. İşitme engelleri onların kim olduklarını saç renklerinden daha fazla belirleyici olmaz. Benim için normal insanlarla rekabet etmede “engel”im sorun değildi. Kendimi hiçbir zaman herhangi bir konuda ilk etapta normal bir insandan farklı olarak düşünmedim. İşitme engelimi, dizi sakatlanan fakat hemen hemen tam olarak iyileşen bir futbolcuyla aynı şekilde gördüm. Aylarca süren fizyoterapi ve seneler sonra bile kendini zaman zaman hissettiren bir “sancı” ve çalışırken aldığı birkaç ekstra önlem. Yaralanma senin kim olduğunu tanımlamaz, normal bir insan durumundan çıkarmaz ya da dünya klasmanında bir futbolcu olmanı engellemez . Aslında bu, size çalışmalarınızda yada yaşamınızda olabileceklerle tamamıyle alakasızdır.
Toplumdaki her insan gibi, yasal statüm ne olursa olsun, fiziksel olarak engelliyim. Örneğin, arzum ne olursa olsun, hiçbir zaman profesyonel bir ağır-siklet boksör, bir süpermodel yada ünlü bir tenor olamam. En azından bazı ciddi hormon terapileri ve kalori alışımda zorlayıcı bir artış olmaksızın! Tüm diğer insanlar gibi herhangi bir nedenle “engel” ne olursa olsun, fiziksel özelliklerim nedeniyle yapamadığım bazı işler vardır. Ancak yüzlerce işte sivrilemem, çünkü ya istemiyorumdur ya da yeterince yetenekli olmadığımı düşünüyorumdur. nasıl kategorize ettiğimiz ve kendi anlayış çerçevemizin neresine uygun olduğumuz büyük bir çoğunluğunlukla inancımızı etkiler ve seçmiş olduğumuz alanda yüksek düzeylere erişemememize neden olur. Bu, ölüm hariç, sanal olarak düşünebildiğim herhangi bir fiziksel problemden çok daha büyük bir engel ve bir sakatlık durumu! Siyaset, teorik fizik ve birçok diğer örnekler yanında kariyerleriyle, kişilerin kendilerini içine oturttuğu anlayış çerçevelerinin en büyük engel olduğunu ve şidetli fiziksel zorluklarının ikincil planda kaldığını ispatlayan insanlar var.
Şahsi düşünceme göre, tıpkı geçmişte ve hala bazı yerlerde olduğu gibi, sağır çocukları ve öğrencileri “sağır cemiyetler” içine yerleştirmek ve eğitmek yanlızca, onları bir enstitüde kilit altında tutmanın gelişimidir. Ancak “engelli cemiyetleri” nin en büyük tehlikesi öğrencilerin yanlızca zayıflıklarının üstesinden nasıl gelecekleri konusunda eğitilmediği, kaçınılmaz olarak çevrelerindeki dünyaya ilişkin anlayışlarının çerçevesinin de geliştiği ve kendilerini emsalleriyle birlikte engelli bir toplumun üyesi olarak kategorize ettikleridir. Örneğin sağır bir çocuğa iletişim kurması için sadece işaret dilini öğretmek onlara yanlızca iletişim yeteneği kazandırmaz ayrıca işaret dilini kullanmayan büyük çoğunluk “normal” insan ile kendileri arasındaki farklılığı da güçlendirir. Esasen bu, alışılmadık bir fiziksel engeli, son derece yaygın bir düşünsel engel ile yerdeğiştirmektir. Yeteneğim, ya da nasıl tarif edilebilirse, perküsyon çalmaya olan fiziksel yeteneğim değildir, benden çok bilinçli veri girişi olmaksızın gelişen ve mazeret sunmama izin vermeyen yapımdır. İçtenlikle, kulaklarımla yaşadığım sorunların bir müzisyen olarak becerilerimi önemli bir şekilde etkiliyor olabileceğine hiçbir zaman inanmadım. Hiç kimsenin daha önce kariyerini bir solo klasik perküsyoncu olarak korumayı başarmaması nedeniyle bunu başarmamın mümkün olamayacağına ben de inanmıştım. Sağırlığıma rağmen yada sağırlığım nedeniyle başarılı olmadım. Sağırlık denklemin alakasız bir parçasıdır. Örneğin çalarken yaptığım şeylerden bazıları eğer uzun kollarım ya da daha büyük ellerim olsaydı çok daha kolay olurdu. Yani bunu fiziksel bir yetersizlik olarak düşünebilirim. El ve kolların nasıl olması gerektiğine ilişkin genel kanıyla mukayese edersek benimkiler normal dışı ve fiziksel yetersizliklerime takılıp kalmaktansa çözüm yolları aradım. Başkalarının kesinlikle normal dışı olarak görebileceği işitmem, benim için öyle değil. Ellerimin boyutuna nasıl alıştıysam duyuşuma da öyle alıştım. Söylediklerimin çok iyi olduğunu hissedebilirsiniz, ama ürettiğim soundun algısını oluşturmak için çok çalışma yapmak zorundayım. Evet, bu çok doğru, fakat yine, tıpkı her müzisyen gibi. Pek çok insanın farkında olmadığı şey, “normal işiten” bir müzisyenin bile kendi enstrümanı ile bağlantıda iken işittiği ses ile birkaç metre uzaktan dinleyicinin duyduğu ses büyük ölçüde değişir. Dahası bu sound sabit değildir ve aynı zamanda enstrümanın çalındığı odanın akustik özellikleri tarafından da etkilenir. Bütün profesyonel müzisyenler karşılaştıkları her akustik ortamda zamanını duyuşlarını geliştirmeye, çalışmaya ve öğrenmeye ayırır.
Çocukların kendilerini içine yerleştirdikleri anlayış yapısını doğrudan etkileyecek bir konumda olmanız nedeniyle bireyler olarak çok önemlisiniz. Kariyerinizin sonlarına doğru yüzlerce, hatta binlerce çocuğun ve öğrencinin eğitiminden sorumlu olacaksınız. Görüşmelerde bana sıklıkla sorulan sorular “ Sağır Cemiyetleri” tarafından/ adına”, “sağır/ işiten engelliler” “geleneksel işitme rolleri/işleri” referans edilerek geldi. Benim için böyle birşey yok, orada insanların işleri, sadece işleri var. Bu size bağlıdır, gelecekteki öğrencileriniz “ özel ihtiyaçları olan öğrenciler”, “işitme engelli öğrenciler”, “engelli öğrenciler” yada yanlızca öğrenciler olacak. Diğer öğrencilerle aynı limitleri ya da eksiklikleri olan, ya da daha önce bahsi geçen futbolcu gibi “kırık bacakları” yüzünden azıcık fazla dikkat isteyen! Öğrencilerinizin pek çoğu kendilerini çoktan yetersiz, sağır, kör yada başka türlü bir engelli olarak düşünecek, insan doğasına özgü kolay bir yol arayışıdır bu ve “engelli” olmak kendileri için daha iyi bir yol bulmamalarının bahanesi olur. Fakat şüphesiz bir eğitimcinin işi zihinleri, öğrencilerinin bakış açılarını genişletmek, mevcut sınırlarının ötesine geçmelerini telkin etmektir, bahanelerini kuvvetlendirmek değil.
Profesyonel bir solist olarak çoğu profesyonel olmayan müzisyenin ufkunun ötesinde belli bir müzik anlayışım var. Bir müziğin notaları verildiğinde, pek çoğu, notanın müziğin görsel resmi olduğu yanlış izlenimini taşıyacaktır. Benim için nota yanlızca müziğin potansiyelini içeren görsel bir çerçevedir.Aslında müzikalite performansın tüm tasarlanmış unsurlarıdır, özellikle notada belirtilmez. Enstrumanlarıma nasıl verede vuracağıma ve dinleyiciyi duygusal olarak nasıl manupule edeceğime dair bilgimi kullanırım.Yanlızca bestecinin yazdığı notadan çıkardığım düşünce ve duyguları anlatmam, onların deneyimini de dinleyiciye veririm. Bu benim için bir sanat formu olarak müziğin tanımı ve müzikalitenin özüdür.
Bir kaç yıl önce Nashville, Tenesssee’ de çalarken Ulusal Müzik Terapistleri Topluluğu’nun yıllık konferansına katıldım. Gördüklerimin pek çoğu oldukça cesaret vericiydi, çok karmaşık duygularla ayrıldım. Orada terapi hakkında büyük bir coşkuyla bilgi alışverişinin olduğu açıkca görülüyordu ama Müzik Terapisi’ nin müzik yönü hakkında çok az anlayış vardı. Bana sanki ifade edilmeyen bir ağız birliğiyle, müzik olarak sesin bir müzik enstrumanı tarafından üretildiği görüşü var gibi geldi. Kemanla ya da davulla üretilen ses, bir çekicin arabaya vurulmasıyla üretilen sesten daha fazla müzikal değildir. Keman müzik üretmede bir arabadan muhtemelen daha büyük bir potansiyele sahiptir ancak iletişim kurmak için kemanı kullanan müzisyenin ellerinde yanlızca bir araçtır. Müziğin sanat formu bir iletişim dilidir ve ses, içinden müziğin geçtiği ortamdır yanlızca. Müzik Terapisi ile çok fazla deneyimim olmamasına rağmen, gördüğüm herşey beni gerçekte olan şeyin Ses Terapisi olduğu ve Müzik Terapisinin yanlış bir adlandırma olduğuna inandırdı. Bir keresinde sağır, kör, beyni hasar görmüş, kaslarının düzensiz davranışlarını kontrol edemeyen bir oğlanla çalıyordum. Çocuk marimbamın altındaki tahta zemine uzanmıştı ve böylelikle titreşimleri duyabilirdi. Müzik parçasını çalmaya başladığım birkaç dakika içinde bakıcıların hafif hüzünlü ifadeleri rahatladı ve çocuğun kasları gevşedi. Sonra eğlenceli ve yaramaz bir müzik çalmaya başladım ve çocuk kollarını, kontrol edebilen bir tavırla, hareket ettirdi ve gülümsedi. Çocuk tüm hayatı boyunca bakımı altındaydı ve bakıcısı gözyaşları içinde bana onun bu dokuz yıllık yaşamında ilk defa güldüğünü, gerçek bir kas kontrolü gösterdiğini ve bir şekilde gerçek bir tepki, karşılık verdiğini söyledi. İnanıyorum ki, bir iletişim dili olarak müzik, terapi alanında çok büyük bir potansiyele sahip.
Küçüklüğümden beri, seçtiğiniz kariyerin duygusal olarak düşünebildiğim en zorlayıcı iş olduğuna inanıyorum. Başkaları için çok küçük ve önemsiz gelebilecek sonuçlar bireyler ya da bizzat öğretmen için son derece tatminkar olabilir. Size belirsiz bile olsa uygulama yöntemleri veremesem de, gözlemlerim içinden kullanabileceğiniz bir fikir kıvılcımı bulduğunuzu umut ediyorum.
TOUCH THE SOUND
Yönetmen Thomas Riedelsheimer’in Evelyn Glennie’yi konu ettiği film üzerine yönetmenin açıklamalarını veriyoruz.
Başrolde Evelyn Glennie’nin olduğu filmin prodüksiyonuna 2002 Ağustos’unda başlandı. Filmin çekildiği yerler California, New York, Belfast, İskoçya, İngiltere ve Japonya. Filmde Fog Horn ları, Kendo dövüşçüleri, Kübalı jazz davulcusu Horazio Hernandez, Ondekoza’ nın Japon Taiko davulcuları, gitarcı Steve Hackett, bir sokak tap dansçısı ve Sonny elektrik robot köpeği görev aldı.
Evelyn New York’ daki Büyük Merkez İstasyonu’ nda, bir gökdelenin tepesinde, Guggenheim Müzesi’ nin lobisinde, Santa Cruz plajında, bir Japon cafesinde tabaklara yemek çubukları ile vurarak, çalıyordu. Filmin çoğu İskoçya ‘da, San Fransisco ve Londra’ da Evelyn’in yeni CD’ sinin kaydını yaptığı yerde çekildi.(The Sugar Factory, Fred Frith ile. ç.n.)
Evelyn bu evrende neredeyse kimsenin yaşamadığı bir şekilde yaşıyor. Onunla birlikte bu film bizi ses ve ritm dünyasına- kökenlerimizin dünyasına- götürüyor.
Temalar
Bir insanın ilk duyusal izlenimlerini titreşimleri, ritmleri ve sesleri deneyimlemesi oluşturur. Annenin kalp atışı, nefes aldıkça karnın kalkıp inişi, gözlerimizi daha açmadan duyduklarımız. Kendi kalbimiz bizi dünyayla birleştirir- o kendimize ait metronomumuzdur.
Onun vuruşları bize bizi anlatır ve hastalıklarımızı, korkularımızı, beklentilerimizi.. Onun ritmi müzikteki en önemli ölçüm birimidir. Nabız müzik arasındaki ilişki karşılıklı ve karmaşıktır. Müzik iyileştirebilir, çökertebilir, özgürleştirebilir ve “yürekten konuşabilir”. Perküsyon bizi rüya, trans gibi ilkel evrelere götürebildiği için ritm çok güçlüdür diyebiliriz. Dinlediğimiz müziğin ritmine göre kalp atışlarımız yavaşlar ya da hızlanır, bu tıbben ölçülebilir bir gerçektir. Vücudumuz çevresel titreşimlerle kendini senkronize ediyor gibidir. Devir ve ritmlerin evreninde gömülüyüz.
Ritm her hayat formunun temelidir. Ritm harekettir, akıştır, değişimdir, yenilenmedir ve tekrardır. Zamanı yanlızca ritm içinde deneyimleriz. Titreşim, salınım olmaksızın, herşey donar, hiçbirşey yoktur. Stabilite ve değişmezlik fikirleri birer yanılsamadır. Çelik ve betondan yapılmış bir köprüden tutun da atomun etrafında dönüp duran enerji mermilerine kadar, herşey titreşir ve salınır. Dünyamızı tireşimler ve ritmler yoluyla farkeder ve deneyimleriz, renkler bile farklı frekanslarda titreşirler Herşey titreşir, herşey konuşur- tını evreni.
Zaman
Algılamak ve deneyimlemek demek, bu ritmleri “dinlemek” demektir. Nefes alıp vermek, yaprakların hışırtısı, trafik, mevsimler, şafağın söküşü. Zaman anlayışımızın kökeni doğadaki tekrarlar ve yenilenmelerdedir. Gece ve gündüz, yaz ve kış, tohumlama ve hasat zamanları ve tabii ki yine nabız ve nefes.
“Herşey için yeterince zaman vardır”- malesef bu eski deyiş normalleştirilmiş “standart zaman” tarafından giderek bastırılmaktadır. Zaman artık bireysel olarak, kendi döngüsü içinde ve kendi esnek algısında deneyimlenmiyor. Yerine, giderek kendimizi mekanik, doğal olmayan ve insanlıkdışı zaman belirleyicilerinin içine ittik. Herzaman bizden önce varolan bir nihai “sıfır” ile birlikte tek tip, doğrusal bir gerisayımın içine katıldık. Yaşamı düzenli karelere böldük. Yeraltı istasyonları ya da bina cepheleri, yolların merkezi rezervasyonları, digitalleştirilmiş bitler ve beat’ler. Hızın statik mimarisi.
İşitme
Rönesans ve Aydınlanma’ dan itibaren bireysellik dünyanın esas odak noktası olmuştur. Resimde bireysel egonun manifestosu olan , subje ve objenin konumunu belirleyen merkezi perspektif gelişti. Göz, modern insanın dünyayı keşfine ve algılamasına yarayan bir araç haline geldi. Bilim kendini fiziksel kanıtlar üzerine kurdu- “gördüğüme inanırım”. Dünya hakkındaki modern bakış açımızın yapısı “gözün tiranlığına” izin vererek işitme duyumuzun giderek değerini düşürdü. Bugün artık hikayeler anlatılmıyor, onun yerine çoğaltılıp okunuyorlar. “Birbirini dinleme” yerini, tek başına gözünü ekrana dikme ve internet sohbetlerine bıraktı. Ancak gözler birer “ iş aleti”. Odaklandırılabilir, yönlendirilebilir, kapatılabilir.
Aksine kulak, odaklanmaz, kapatılamaz, aksine daha kapsamlı olmak üzere dizayn edilmiştir. Bazıları ona hayatın enstrümanı der. İşitme sanki bütünü oluşturan ve bütünleyen süreç gibi geliyor. Kulaklarının istemdışı çalıştığı da söylenebilir. Göz bizi bireyselleştirirken, kulak dünyaya bağlıyor sanki.
Duyularla oynamak. Sadece gördüğümüz halde yaprakların hışırtısını duyuyor muyuz gerçekten? Sadece duyarak bir nehri hissedebilir miyiz? Kırmızı yüksek bir ses midir yoksa yumuşak mı? Eğitimsiz kulağınız ne kadar gelişmemiş olursa olsun, bir ses nehriyle dolup taştı mı hiç?
Her ses kendi içinde bir evrendir. İlk vuruş, ses rengi, yankı. Sessizliğe geçiş ve sessizliğin kendisi. Sessizliğin sesi. Evelyn kadar ses kalitesi üzerine bu kadar gelişmiş bir algısı olan insanla tanışmadım daha önce. İki metre yüksekliğindeki tam –tam ını çaldığında ses yavaş yavaş tatlılıkla dökülüyor ve bir kaç dakika boyunca giderek şişip ve genişliyor, sound sıkı bir dalga gibi bütün vücudu sarıyor, saf bir deneyim. Onun içindeki o inanılmaz zenginlikteki ses evrenin derinliklerine mutlulukla daldım.
Filmin konsepti serbest çağrışımlarla, yorumsal görüntü ve seslerle kombine edilmiş belgesel sahneler içerir. Ne felsefi bir film denemesini ne de sıkı bir belgesel stilini “cinema vérité” amaçladım. Ne yorum ne de konser filmi istedim. Duygusal bir film istedim- bir sinema filmi. Tutkusu hepimiz e dokunan bir kişi hakkında bir film.
Belki “şeylerinin görüntülerinin arkasına” bakmayı amaçlayan bir sürrealizm çizgisi boyunca. Salınımlar ve yansımalar içinde eriyen katı formlar. Görünebilen ritmler; kendi içlerinde görünemez ve ya da gözden kaçan, belki de makro alanda ya da vücudun içinde.Görüntülerin bu renkli müzik dünyasına yakınlığının tamamıyla farkındayım, bununla birlikte, bu konuda birşeylere daha ulaşmanın mümkün olacağını düşünüyorum.
Bu film duyusal bir seyahat olacaktır. Ritm ve seslerin dünyasına görsel ulaştırma aracılığıyla yapılan bir seyahat.
Thomas Riedelsheimer, Ekim 2001
Kaynak
|
|